27 Ekim 2010 Çarşamba

Çırak=Ayakçı

Çıraklık 1 ay için iyi olabilir fazlası zarar
esnaflığı öğrenirsiniz, işin temellerini öğrenirsiniz. Ama hiç bir usta
çırağına işi öğretemez. Zaten usta dediğin işin teorik kısmından anlamaz
genelde ilkokul,lise mezunudur.
İşin teorik kısmını bilse bile öğretmeye yeteneği var mıdır?
İşin pratiğini öğrenmek kolaydır önemli olan teorik kısmı halletmektir
1 ay yapacağınız çıraklıkta bunları fazlasıyla öğrenirsiniz
Zaten çıraklık para için yapılmaz yapan varsa karın tokluğuna yapar
çıraklık işin temel konularını öğrenmeyi ,pratiklik kazanmayı ve esnaflığı öğretir
Daha fazla çalışmayın, kendinizi getir götür işleri yapan bir eleman olarak nitelendirmeyin
zamanınızı ingilizce öğrenerek daha iyi değerlendirebilirsiniz
İşin teorik kısmını mümkünse üniversitelerde öğreniniz. Üniversitelerde bir yığın gereksiz
bilgide vardır. Siz bunların gerekli olanlarını sadece sınav için değil hayata uygulamaya
geçirmek için öğrenin. Üniversite okumadanda kendinizi geliştirebilirsiniz.
Artık bilişim çağındayız kitaplar da bulamadığınız bilgileri internette bulabilirsiniz.
Pratik bilgiler bile internette mevcut.
Artık devir eti senin kemiği benim devri değil. O site senin bu site benim devridir.
Geçmiş mazide kaldı cancağzım artık yeni şeyler söylemek gerek.
Gün bu gündür dem bu dem.

Latin harfleri & Osmanlı harfleri

     Atatürk'ün yaptığı en iyi değişikliklerden biriside yazı dilindeki değişimdir. Günümüzde kullandığımız Latin alfabesi yerine ozamanlar el yazısı ile yazılan aslı arap harfleri olan fakat  ufak tefek değişiklikler ile Türkçeye uyarlanmış olan Osmanlı yazısını kullanıyorlarmış.

    Osmanlı harfleri daha öncedende dediğimiz gibi aslında Arapların kullandığı alfabedir. Sadece el yazısı olarak yazıldığından harfleri daha kolay yazılabilecek hale getirmişler. Yazarken çok kolay.... Fakat aradan bir süre geçince kendi yazdığınız yazıyı bile okuyamama gibi bir ihtimal var. Çünkü osmanlıcada tıpkı arapçada olduğu gibi daha doğrusu olmadığı gibi harekeler(okuducular) yok. Sadece sessiz harflerin yanyana gelmesiyle mantık yürüterek çözmeye çalışıyorsunuz. Mesela baba yazısını bebe diyede okuyabilirsiniz. Yazarken bb(b harfinin arapçadaki karşılığını 2 kere yazarsınız) şeklinde yazarsınız. Okurken cümlenin durumuna göre baba, bebe, bubu, bübü, bibi ,bıbı gibi hangi sesli harf uygunsa onu getirerek anlam verirsiniz. Yani bir nevi kahinlik. Fal bakmak gibi birşey. Hareke kullanarak bu sorunu aşabilirsiniz. Üstün gelirse "a","e",  esre gelirse "ı","i", ötre gelirse "u","ü" şeklinde okuyabilirsiniz ama "o","ö" şeklinde standart bir hareke yok. Kendim yazıyım kendim okuyum günlük tutmak için yazayım derseniz kendinize has bir hareke yapabilirsiniz. Çokta güzel olur. Şahsen kimsenin okumasını istemediğim yazılarımı Osmanlı harfleri ile yazardım ulu orta yerde dursa bile kimse anlamadığından içim rahat olurdu. Kur'an bilenler bile anlamaz çünkü el yazısı işin içine girdiğinden iş dahada zorlaşıyor. Osmanlıcanın en sevdiğim yanı bu. Ne yazık ki başkada güzel yanı da yok. Resmi yazılarda, roman vs türü kitaplarda artık osmanlıcanın kullanılamayacağını dememe gerek yok. Zaten eski yazıları okumaya kalkarsanız osmanlıcayı çok iyi bilmezseniz anlayamazsınız. Çok tecrübe ister. Kolay öğrenilen bir yazı değildir. Keskin kuralları yoktur her şey  laçkadır. İşte bu sebeplerden ötürü Atatürk harf inkılabını getirmiş ve latin harflerini milletimize öğretmiş. Onunla sohbet edenler, milletimizin bu harfleri benimseyemeyeceğini, öğrenmelerinin 10 yıl gibi uzun bir süreyi alacağını söylemişler fakat Atatürk 3 ay sürmez demiş ve haklı çıkmıştır. Çünkü bu harflerin kesin kuralları vardır. Tahmin etmezsiniz "baba" mıydı "bebe" miydi diye düşünmezsiniz. Bu yüzden her alanda, yanlış anlaşılmalar olmadan güvenle kullanılabilir.
    
     Her şeye ramen  Osmanlı harflerini öğrenmenizi tavsiye ederim. Hem zamanında kullandığımız harfler hakkında bilginiz olur. Hem Atatürkün neden böyle bir alfabe değişiklik yapmak istediğini daha iyi anlar ve en önemlisi özel yazılarınızı gizlemek zorunda kalmazsınız.

M. Gökhan BEKEN 27.10.2010

26 Ekim 2010 Salı

muhyiddin ibn arabi


1165 (h.560)te endülüs’teki mürsiyye kasabasında doğdu. 1240 (h.638)ta şam’da vefât etti.

  1. küçük yaşından îtibâren ilim tahsil etmeye başlayan ibn-i arabî, sekiz yaşındayken işbiliyye’ye gitti ve pekçok âlimin meclislerinde bulunup ilim öğrendi. zekâsı keskin, hâfızası pek kuvvetli, fesâhat ve belâgat sâhibiydi. hadîs ilmini ve diğer aklî ve naklî ilimleri; ibn-i asâkir, ebü’l-ferec ibn-ül-cevzî, ibn-i sekîne, ibn-i ülvân, câbir bin ebî eyyûb gibi büyük âlimlerden öğrendi. tefsîr, fıkıh, hadîs ve kırâat ilimlerinde büyük âlim oldu. tasavvufa yönelip, ebû câfer el-uryânî, ebû midyen mağribî, cemâleddîn yûnus bin yahyâ, ebû abdullah temîm, ebü’l-hasan’dan ve seyyid abdülkâdir-i geylânî hazretlerinin rûhâniyetinden feyz aldı. tasavvufta yüksek derecelere kavuştu. ilminden ve feyzinden istifâde etmek için, mürâcaat edilen belli başlı büyük âlimlerden oldu. 1194’te endülüs’ten ayrılarak tunus’a, 1195’te fas’a gitti ve karşılaştığı âlimlerle sohbet edip ilim meclislerinde bulundu. 1199’da tekrar endülüs’e dönüp, kurtuba’ya geldi. 1201’de tekrar endülüs’ten tunus’a geçti.
    hac yolculuğunda mısır’a, sonra kudüs’e uğradı, oradan da mekke-i mükerremeye giderek hac farîzasını yerine getirdi. iki yıl kadar mekke’de kalıp pekçok tasavvufî mârifetlere kavuştu. 1204’te mekke’den ayrılarak mısır, şam, ırak, cezîre ve anadolu taraflarına seyâhat etti. bir ara konya’ya geldi ve selçuklu sultânından çok ikrâm ve hürmet gördü. sultanlar tarafından kendisine pekçok tahsisat tâyin edildiği hâlde, hepsini fakirlere dağıttı. sofiyye-i aliyyeden ve kelâm âlimlerinden olan sadreddîn-i konevî’nin hocası ve üvey babası oldu. bu seyâhati sırasında da birçok büyük zâtla karşılaşan ibn-ül arabî, daha sonra haleb’e gitti. 1215’te tekrar konya’ya döndü. aynı sene içinde sivas’a, oradan da malatya’ya gitti ve 1230’da şam’a yerleşti. tasavvuftaki yüksek derecesi sebebiyle sekr (şuursuzluk) hâlinde iken vahdet-i vücûd konusunda söylediği bâzı sözleri yanlış anlaşılıp iftirâya uğradı. fakat zamânının devlet adamları tarafından himâye edildi. ömrünün sonuna doğru sâkin bir hayât sürmeye başlayıp, füsûs-ül-hikem ve muhtasar adlı eserlerini yazdı. 1240’ta yetmiş sekiz yaşına gelen ibn-i arabî, şam’da muhyiddîn ibn-üz-zekî’nin evinde vefât etti. muhteşem bir şekilde cenâze namazı kılınıp, kâsiyûn dağı eteğine defnedildi. şam halkı, büyüklüğünü anlayamadıklarından kabrini çöplük hâline getirdiler. osmanlı sultânı yavuz sultan selim han, mısır seferi sırasında şam’a gelince bu duruma son verdi ve bu büyük zâtın kabrinin bulunduğu yerde bir câmi ile yanı başında bir dergâh yapılmasını emretti. câmi ve dergâh ile birlikte ibn-i arabî hazretlerinin kabri üzerine de bir türbe yaptırdı.

    kendisinden yüzlerce sene sonra ortaya çıkan telgrafın çalışma tekniğini bildirerek, edison’u (1847-1931) dahî “üstâdım” demek mecbûriyetinde bırakmıştır.

    -rehber ansiklopedisi-

24 Ekim 2010 Pazar

Ney


Ben – “ben Ney çalıyorum”
diğeri- “ney çalıyorsun?”
Tarzındaki konuşmalardan gına geldi. Aslında espri güzel ama neyzenler için 500. kez ısıtılmış çorba gibi…
Farklı tonlardan çalmak için farklı neyleri kullanmak gerekir. Kemanda, udda, tanburda,bağlamada vs böyle değildir tek enstrumanda göçürme(transponze) yaparak bir çok tondan çalabilirsiniz ancak ney kaval gibi üflemeli çalgılarda gözçürme yapmak için çok usta olmak gerekir bunu yapabilen övünmeyi hakeder ama genelde her ton için farklı neyler kullanılır.
bolaheng: mi
davud: fa diyez
şah: sol
mansur: la
kız: si
müstahzen: do diyez
yıldız: do
süpürde: re
bolaheng nısfiye: oktav mi
mabeyn diye bir kavram vardır mesela mansur kız mabeyni: la diyez yani mansur ile kız arasındaki tondur.
nisfiye ise oktav anlamındadır mesela bolahenk: mi, bolahenk nısfiye: tiz mi
bolahenk ney çok büyük olduğundan günümüzde çalanı bulmak çok zordur.
günümüzde çalınabilen en büyük ney davud neydir. Davud ney çalmak kısa boylular için çok zordur.
Şah ney daha yaygındır, aşırı boya gerek yoktur, egzersiz yapmak için çok kullanılır, bu neyde çalıştıktan sonra küçük neylere geçince oyuncak çalar gibi gelir. Bu yüzden antrenman olarak çalınır genelde. Eskiden mevlevi ayinleri şah ney ile icra edilirmiş şimdi genelde yıldız ney ile icra ediliyor diye biliyorum.
Günümüzde en çok kız ney kullanılır. Kız ney adındanda anlaşılabileceği gibi Osmanlı zamanında kadınların boylarının uzun olmamasından dolayı Şah ney Mansur ney gibi neyleri çalamadıklarından “Kız ney” çıkmış ve daha sonra ney orkestralara yayılınca diğer akortlar içinde birer ney yapmışlar.
Bağlama ile başlayan müzik yolculuğuna Ney sesini duyduktan sonra kendi kendime “benim aradığım ses bu ben neyzen olacağım” diye devam edip, tarzım olan thm den çıkıp taaa eskilere doğru zamanda yolculuk yapıp dede efendi, Itri gibi efsane üstadları şad etmeye karar verdim. Böylece Klasik Türk Musikisi ve Tasavvuf Musikisi yolundan çıkmamaya kararlıyım.
Türk musikisinde iki tane enstruman bilirim biri ney diğeri tanbur diğerleri beni okadar etkilemiyor. Ritim olarakta kudüm ve bendir.
Neyzen Tevfik, Aka Gündüz Kutbay, Niyazi Sayın isim yapmış neyzenlerin başındadır.
Neyin bir de plastikten yapılanları vardır uzak durun. Ney yapımcıları uygun kamış bulmakta zorlanırlar çünkü her kamıştan ney olmaz 1000 kamışın içinden 1 tanesinin neylik kamış olabildiği söylenir. Yani baya bir aramak gerekir. Bu yüzden pahalı sayılır ama diğer enstrumanların fiyatına göre çok ucuz sayılır mesela günümüzde 300 tl ye güzel bir ney alınabilir. Plastikler 20tl dir günümüzde güzel bir ud için 1500 tl vermenizi hesaba katarsak neyler çok ucuzdur.
Ney de başparede önemlidir. Kamış ve ustanın kamışı ne kadar güzel açtığı önemlidir ama başpare kötü ise çıkan seste kötüdür. Başpare için en iyi manda boynuzundan yapılan başpareler kullanılır ancak tükenen manda neslini düşünürsek fiyatlarını anlayabiliriz. Bu yüzden boynuz yerine derlin, fiber,plastik gibi malzemeler kullanılır. En iyisi derlindir. Ağaçtan olanlarıda vardır ama kalitesini bilemem koruyucu malzeme yoksa neyden dolayı şişebilir.
Neyin ilk alındığında haftada 1,
1 ay geçtikten sonra 2-3 haftada 1
4-5 ay geçtikten sonra ayda 1
1 sene geçtikten sonra neyin kalitesine göre 2 ayda 1
yağlamanız gerekir. Kamıştan kamışa değişir bazı kamışlar daha çok yağlanmak ister bazıları çok az ister
Yağ için genelde susam,bağdem,fındık,mısırözü,ay çiçek
gibi yağlar kullanılır. Kimisi bir boru içine yağyı boşaltır neyi içine daldırıp çıkartır, kimisi başpareden aşağı yağ döker, kimisi neyi pipet gibi kullanıp yağı yukarı çeker, gibiside harbi ile yağlar.
Ney her tarza yakışır ama neye tasavvuf musikisi ve Klasik Türk musikisi yakışır. Zaten bu iki form aynı kökten gelmedir. Biri dini içerikli diğeri farklı konuları işler aşk sevgi gibi.
Herkese önerebileceğim bir saz(enstruman) değildir. Sabır şart. Bu güne kadar “bana ney öğretir misin” diye başlayanlara çok sabır gerekir dediğimde “ben çok seviyorum hiç bırakmam” diye cevap verenlerin 1 hafta sonra daha derse gelmediklerine çok şahit oldum. Çünkü eline ilk aldığında ses çıkarmak imkansız gibidir. Ses çalışmaları 3-4 sene sürebilir. Sesi çıkartmak yetmez, dem sesleri güçlendirmek gerekir, sesleri güzelleştirmek tabiri caizse yakıcılaştırmak gerekir. İlk 3-4 sene dinleyenleri rahatsız etmeniz muhtemeldir. Ama çok çalışırsanız 5-10 sene sonra sizi dinlemek için sıraya girebilirler.

21 Ekim 2010 Perşembe

>Mehmed Akif Anlatıyor...

>Mehmet Âkif bir yaşlı zâtı anlatıyor: Sultan Ahmet camiine gidiyorum her
>sabah ne kadar erken gidersem gideyim mihrabın bir kenarında saçı sakalı
>bembeyaz olmuş ihtiyar bir adam ümitsizce bedbin durmadan ağlıyor. O kadar
> ağlıyor ki ağlamadığı tek dakikayı yakalayamadım. Nihayet bir gün yanına
>sokuldum.
>
>Muhterem dedim, Ah Efendim dedim, Allah’ın rahmetinden bir insan bu
>kadar ümitsiz olur mu? Niye bu kadar ağlıyorsun? Bana “Beni
>konuşturma” dedi, “kalbim duracak”. Ben çok ısrar
>edince ağlıya ağlıya anlattı. Dedi ki :
>
>“Ben Abdulhamit Cennet mekânın devrinde bir binbaşıydım orduda. Bir
>birliğim vardı benim de. Annem babam vefat edince, servetimiz vardı
>payimar olmasın diye sadarete bir istifa dilekçesi gönderdim. Dedim ki
>annem babam vefat etti falan yerdeki mağazalarımız, filan yerdeki gayri
>menkullerimiz... bunlara nezaret edecek bir nezaretçiye ihtiyaç vardır.
>İstifam kabul buyurulursa, istifa etmek istiyorum. Biraz sonra bana
>doğrudan doğruya hünkârdan bir yazı geldi, istifan kabul edilmedi. Öyle
>anlaşılıyor ki istifa dilekçem padişaha gönderilmişti. Ben bir daha
>dilekçe verdim yine aynı cevap geldi. Bizzat çıkayım huzuruna şifai
>olarak görüşeyim, bu celâdetli padişah cidden çok celadetli (yiğitlik,
>kuvvet ve şiddet). Ben yaveriyle uzun zaman bir yerde kaldım. Tuhaf gelir
>size nasıl sen kaldın diyeceksiniz? Yaşlı yaveriyle uzun zaman bir yerde
>kaldım, Abulhamit faytonda giderken faytonun sağındaki solundaki nefes
>almaya bile korkarlardı, derdi. Medet Efendi. Allah rahmet etsin
>evliyaullahtan bir zâttı. Ben bizzat o celâdetli, haşmetli padişahın
>huzuruna çıktım. Hünkârım dedim. İstifamın kabulünü rica edeceğim dedim.
>Durumumuz budur dedim. Derin derin biraz düşündü. İstifa etmemi
>istemiyordu, yüzünün halinden belliydi. Israrıma da dayanamadı, öfekeli
>bir edayla, elinin tersiyle beni iter gibi “Haydi istifa
>ettirdik” dedi seni.
>
>Ben döndüm sevinerek geldim işimin başına. Gece âlem-i manada orduların
>teftiş edildiğini gördüm. Gördüm ki son savaşı vermek üzere şarkında ve
>garbında savaşan orduları bizzat Rasul-i Ekrem teftiş ediyor. Efendimiz
>(SAV) yıldızın önünde duruyordu. Bütün Türk ordusu Aleyhissalatu
>Vesselam’a teftiş veriyordu. Osmanlı padişahlarının ileri gelenleri
>vardı.
>Abdulhamit’de edeble, kemerbeste-i ubudiyetle kâinatın
>Fahr’ının arkasında duruyordu. Bütün ordular geçti. Derken benim
>birlik geldi; başında kumandanı olmadığı için darma dağındı. Efendimiz
>döndü Abdulhamit’e dedi ki “Abdulhamit! Nerede bu ordunun
>kumandanı?”, Abdulhamit “Ya Rasulallah!, çok istedi, ısrar
>etti, istifa ettirdik.”. Efendimiz “Senin istifa ettirdiğini,
>biz de istifa ettirdik” buyurdu. Ben ağlamayayım da kim ağlasın
>!?..”

Bülbülün Güle aşkı

Her gün geçtiği o yolda, sayısız güllerin bulunduğu bir de bahçe vardı bülbülün. Kiminle geçse o bahçenin yanından; yanındakiler güllerin büyüsüne kapılıp, güllerin ne kadar güzel olduğundan bahsederdi. O ise aldırış etmeden “Alt tarafı gül işte” der geçerdi bahçenin yanından. Güllere bakmazdı bile. Sevmek istemezdi gülleri. Solardı çünkü güller, terkederdi bir süre sonra. Ha! Bir de dikenleri vardı güllerin. Batırırlardı dikenlerini sevenlerine hiç acımadan.
Bir gün geçiyorken bülbül yine o bahçenin yanından yalnız başına, gayri ihtiyari dönüp baktı herkesin hayran kaldığı güllere. Evet sayısız gül vardı o bahçede ve güzel bir ahenk oluşturmuşlardı. “Sana ne” dedi kendi kendine. Sahip olamayacağı güzelliklerden uzak durmaya çalışırdı çünkü. Yüzünü çevirirken bülbül, gözüne bir gül takılıverdi. Onca gülün arasında duruyordu. Gözleri kilitlendi ona görür görmez, “Alt tarafı gül işte” diyemedi dili bu kez. Olduğu yerde durdu, bakakaldı. Korktuğu başına gelmişti. Elde edemeyeceklerinden uzak durması gerektiği aklına geliyor ama bunu kabullenemiyordu.
Neydi farklı olan? Ne vardı ki onda, bülbülü kendisine hayran bırakan? Benzese de hepsi birbirine, gözleri ve yüreği ile ayırabiliyordu onu diğerlerinden. Ama gözlerini ayıramıyordu bülbül, o gülden. O an “Kendine gel” dedi ve istemeye istemeye ayırdı gözlerini.
Gözlerine hükmetmişti ama kalbine hükmedemiyordu. Anlam veremiyordu bir türlü. Onca gülün arasından seçtiyse onu bir sebebi olmalıydı. Aşk bu muydu?
Gün boyu onu düşündü. Gece uyutmadı hasreti. Bir daha görememe korkusu büyüdü içinde. Daha fazla duramazdı görmeliydi onu bir kez daha. Yine o bahçenin kenarında uzaktan uzağa seyretti gülünü ertesi gün doyasıya.
Evet, onun gülüydü o artık. Bir başkasının olmasına tahammülü yoktu. Her gün o bahçeye gidiyordu, geceleri ise gülünü hayal ediyordu. Güzel hayalleri güzel planları vardı gülü için. Bir gün sevdiğini söyleyecekti gülüne, gülü de onu sevecekti. Mutlu olacaklardı elbet beraber oldukları sürece.
Zarar verebilecek herşeyden koruyordu gülünü. Küçücük vücudunun yettiğince yardım ediyordu gülüne. Susuz kalmaması için bulutlara, gülünü ayakta tutması için toprağa şarkılar söylüyordu hergün. Bulutla toprak yardım ettiler güle ellerinden geldiğince. Onlar da hayrandı çünkü bülbülün sesine. Bülbülün elinden gelen buydu; yardım edebilecek herkese şarkılar söylüyordu gülü için.
Derken zaman geçti; onsuz olamıyordu artık bülbül, bir an olsun ayrı kalamıyordu. Hasret acısı, sabır taşından ağır gelmeye başlamıştı bülbülün küçük yüreğine. Uzaktan sevmek yetmiyordu artık. Sarılmalıydı ona, en güzel şarkıları söylemeliydi gülüne.
Ama sevecek miydi gül onu. Sevgisine karşılık verecek miydi acaba. Çok sevse de, ortada bir gerçek vardı. Habersizdi gül bülbülden. Bülbül onu seviyor, her kötülükten koruyor, hatta yardım etmeleri için hergün, o güzel sesiyle dostlarına şarkılar söylüyordu. Ancak güllerin en güzeli bundan haberdar değildi henüz.
Tüm cesaretini toplayıp bir gün, gülünün yanına gitti sonunda bülbül. “Ona bu denli yakın olmak... Ne güzel bir duygu...” diye düşündü. Hayallerinden biri gerçek olmuştu. Tüm hayallerini gerçekleştirmek için ise artık konuşmalıydı onunla. Ve sözlerine başladı o güzel sesiyle. Aşkını itiraf etti en güzel kelimelerle. Sesi o kadar güzeldi ki, güllerin en güzeli kayıtsız kalamadı bülbülün aşkına. İlk kıvılcımın çakmasına sebep olmuştu bülbülün sesi. İlk kıvılcımdan sonra, bülbülün o büyük aşkı, sonsuza dek sürecek sevgisi, gülün de onu ölesiye sevmesini sağladı. Her gün buluşuyorlardı. Bülbül gece gündüz, zamanının tümünü gülüyle geçirmeye başlamıştı. İşte hayalleri gerçek olmuştu sonunda bülbülün.
Bu durum bülbülün sesine hayran dostlarını üzmeye başlamıştı. Artık onlara şarkı söylemiyordu bülbül. Ve bu durum kızdırdı bulut ile toprağı. Bize değer vermeyene biz hiç vermeyiz dediler. Kestiler güle yardımı. Suyunu kesti bulut, desteğini çekti toprak gülden.
Bülbül ise habersizdi tüm olanlardan. Farkında değildi dostlarının kendisine yüz çevirdiklerinden. Onun gözü gülünden başkasını görmüyordu. O kadar kördü ki artık, gülünün ihtiyacları olduğunu bile göremez olmuştu. Unutmuştu güllerin ömrünün kısa olduğunu. Unutmuştu, gülünün bu kadar uzun yaşamasının bulut ve toprağın sayesinde olduğunu.
Günler geçtikçe gül solmaya başladı. Bülbül anlam veremiyordu olanlara bir türlü. Gülü gözlerinin önünde soluyordu ve elinden birşey gelmiyordu. Unutmuştu güllerin solduğunu. Bu acıya hazırlamamıştı kendisini. Gülleri sevmemesinin nedenini unutmuştu. Aşkın gücü bunu unutmasını sağlamıştı.
Kısa süre sonra soldu gül. Bülbül gözü yaşlı, doyasıya sarıldı gülüne son bir kez sıkı sıkı. Ancak unutmuştu... Dikenleri vardı güllerin. Daha önceden gülleri sevmemesine neden olan dikenleri unutmuştu. Batıyordu bülbülün minik vücuduna gülünün dikenleri. Ama o aldırış etmiyordu bile. Küçücük vücudundan sızan kanların ne önemi vardı ki artık sevdiği yanında yokken. Ölüm korkutmuyordu onu. Hatta ölmek istiyordu. Etrafındakilerin yardım etmesine izin vermedi. Gülünün toprağa serilmiş cansız vücudunun yanına uzandı bülbül ve yavaş yavaş kapandı gözleri.
Hayatta karşısına çıkan güzellikleri ve aşkı yaşarken, bazı şeylerin ihmale gelmeyeceğini, sadece sevginin yetmediğini, özverinin de gerekli olduğunu anlamıştı artık bülbül son nefesini verirken. Ve her ne kadar bedelini hayatıyla ödeyecek olsada en ufak bir pişmanlık dahi duymuyordu bülbül. Bu aşk ona; sevgiliyi iyisiyle, kötüsüyle sevmesi gerektiğini öğretmişti. Dikene rağmen sevip kucaklamıştı gülünü.
İşte o günden sonra bülbül ile gülün aşkı dilden dile dolaşır oldu. Bu aşk ile gülün güzelliği bülbülün sesi efsaneleşti ve geriye iki cansız küçük beden ile insanların alması için birkaç ders bıraktı.

Hz. Pir Mesnevi'sinin 1. cildinde şöyle diyor:

*Eşeğin boynundan yakala,onu doğru yola;erlerin,yol bilginlerinin yoluna sür.

*Sakın ha,eşeği kendi keyfine bırakma,yularını elinden salıverme.Çünkü o,yola değil,çayır tarafına gitmek ister.

*Sen bir an gaflete düşer de,nefis eşeğinin yularını bırakacak olursan,o çayırlığa yol alır gider.

*Eşek,hakikat yolunun düşmanıdır.Nefsani arzular çayırının sarhoşudur.O ne kadar çok sürücülerini,üstüne binenleri yere vurmuştur,öldürmüştür.

*Eğer sen yolun doğrusunu biliyorsan,üstüne bindiğin eşek neyi isterse,onun aksini yap;zaten kurtuluş yolu,nefis eşeğinin gitmediği yoldur.

*Nefsin isteği ile az dostluk et,çünkü seni Allah yolundan azdıran,saptıran odur.

*Dünyada,hakikat yolcularının gölgesinden başka hiç bir şey,nefsin dileğini ve isteğini kırıp geçirmez.

Hoşça bakınız zatınıza...

86400 Saniye

Bankada bir hesap sahibi olduğunu düşün, hesabına her sabah 86.400 dolar para yatırılıyor, fakat bu paranın hepsini akşama kadar harcamak zorundasın, ertesi güne transfer edilemez. Paranı kullansan da kullanmasan da hesap her akşam sıfırlanıyor. Ne yaparsın? Tabii ki hepsini harcamaya çalışırsın; Hepimiz, Zaman adlı bu bankanın müşterileriyiz;
Her sabah 86.400 saniyeye sahip oluyoruz; yarına transfer edilemez, Her sabah hesabımız dolar, her akşam boşalır. Geri dönüş yok, saniyelerini şu anı yaşayarak harca, en iyisi bunlarla yatırım yap.
Mutluluk, sağlık ve başarı için. Zaman kaçıyor. Her gün için en iyisini yap.
Bir senenin değerini anlamak için sınıfta kalmış bir öğrenciye sor.
Bir ayın değerini anlamak için, 8 aylık bir bebek doğuran anneye sor.
Bir haftanın değerini anlamak için, haftalık dergi çıkaran bir çilekeşe,
Bir saatin değerini anlamak için, kavuşmayı bekleyen sevgililere sor.
Bir dakikanın değerini anlamak için, trenin kaçıran yolcuya sor.
Bir saniyenin değerini anlamak için, bir kazayı önleyemeyen sürücüye sor.
Bir saniyenin yüzde birinin değerini anlamak için olimpiyatlarda gümüş madalya kazanan koşucuya sor.
Her anını değerlendir, her dakikanı çok özel biriyle paylaş. Zamanına ortak edebileceğin kadar özel biriyle.
Unutma! Zaman hiç kimse için durmaz. Geçmiş zaman tarihtir. Gelecek zaman sırlar, mechullerle dolu.
Sadece şu an sana verilen gerçek bir armağandır.
Bu hafta dostluk haftası olsun. Arkadaşlar bulunmaz mücevherlerdir. Bizi üzerler, cesaretlendirirler ve zaman zaman avuturlar. Kalplerini bize açarlar. Arkadaşlarına, onları sevdiğini göster.
Arkadaşlık mesajını herkese gönder, cevap alırsan bütün hayatın için bir dostun bulunduğunu anlarsın.
Onlara ne kadar çok ihtiyacın olduğunu ve senin için ne kadar önemli olduklarını dikkatle denersen görürsün....

Yalnızlık güzel değil mi?

     Mutluluğumun ardından aklıma gelen bir problemim daha var. Evet evet bende bir bozukluk var. Ben neden yalnızlıktan hoşlanıyor, yalnız kalmak için yer arıyorum. Şöyle bir baktığımda "ben yalnızım", "iyi ki yalnız değilim", "yalnızlık kötü" gibi ifadelerle karşılaşıyorum. Bence yalnız kalmak insanlar arasındaki kalabalıktan çok daha iyidir. Yalnız insan düşünür, yaptığını ve yapacaklarını mukayese eder. İnsanlar arasında kitap okuyamaz, düşünemez, ağlayamaz, sessiz bile kalamazsınız. İstemediğiniz muhabbetlerin arasına girmek zorunda kalabilirsiniz. O hayatım boyunca başka örneğini göremediğim güzel insanı saymazsak insanlardan uzak durmak en iyisi. Er sohbeti her sohbete benzemez. Er sohbeti, erenler sohbeti başkadır. Bunlar müstesna...
Bulabilirseniz <bulmak kolay değil> bırakmayın bu şahı keremleri. Bulamazsanız en azından kendinizle baş başa kalın. Bu sayede kendi kusurlarınızı görür başkasının kusurunu görmemiş olursunuz ayrıca dedikodu da yapmamış olursunuz. Hz. Ali efendimiz mezarlıklarda oturur kalkarmış. En iyi vaiz onlardır, dedikodu yapmaz, ölümü hatırlatır buyurmuştur. Gönüllere şifa diliyorum.

M.G.B.

Mutluluk

     Son zamanlarda modamıdır nedir, "ben mutsuzum" diyenlere çok rastlıyorum, lakin ben "mutluyum" diyene hiç rastlamadım.
Acaba bende mi sorun var diye düşündüm, ben mutluydum elim ayağım tutuyor gözüm görüyor kulağım işitiyor, aç değil açıkta değiliz çok şükür.
Mutsuz olmak için bir neden aradım bulamadım. "Ben mutsuzum" diyenlere bakıyorum onların durumu benimkinden farksız da değil.
Tabi eli ayağı tutmayanlar veya duyu organları sağlıksız olanlar mutsuz olacak diye bir kaide yok ama insanlar sağlamken bile "mutsuzum" diyorlar.
İşte bu düşünceyle internette arattım "neden mutluyum" diye ancak internette bile mutlu olmanın bir sebebini bulamadım.
Mutlu olma hakkında google'da bulduğum arama sonuçlarında "Mutlu Olmak İstiyorum" veya
"mutlu olmanın sırları" gibi şeyler geldi. Mutluluğun sırrı mı var ki?
Ben mutsuz olmak için sebep bulamazken...
Bu saçma mutsuzluğun sebebini hiç bir zaman bilemeyeceğim ama kendilerine sebep olarak sanırım bir çoğu aşk dedikleri dalgayı gösteriyorlar.
Ne demişler "Mevlaya secde edilmeyen alın Leylaya paspas olur" al sana aşk...
Her şeyin zamanı vardır, o zamanı beklemeden karşı cinse kendini kaptırırsan böyle olur.
"21 gün geçmeden civciv çıkmaz"

      Parasal nedenlerle mutsuz olanlarda çok fazla.
Durumuna bakmadan israf yaparlar, borç alırlar, kredi kartına abanırlar sonrada kadere söverler. Kader mi sana borçlan dedi.
Fakirlikten yakınanlar da az değil. Kimse kaderine razı olmuyor... Şükür yok, şikayet bol...
Mal ve para sevgisi iyi bir şey olsa
"Mal da yalan mülkte yalan var birazda sen oyalan"
"Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?"
gibi sözleri söyler miydi bizim Yunus?

     Mutsuzluğun en büyük nedenlerinden biride bence tembellik... Bir işin ucundan tutmayan insan boşluğa düşer.
İş yapan insanın tek düşüncesi işi olur. İşi bitince dinlenir. Sanatçılık bambaşka zaten.
"Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuştur" M.Kemal Atatürk
İnsan; sadece, yiyen içen ve çalışan bir varlık değildir. Duyguları ve ruhu vardır.
Ruhunu sanat ve aşkla beslemelidir ki gönlünü nurlandırsın.

     Bunları düşünüyorum ama benim "mutluluk hastalığıma" çare bulacak bir doktor yok galiba.
Ben farklıyım bende sorun var "mutsuzum" diyenlerin arasında ısrarla "mutluyum" diyorum.
Beni Bakırköy'e yatırmalısınız, ruhunuza iyi bakın emi...

M.Gökhan BEKEN
22.10.2010

19 Ekim 2010 Salı

Sinek!




>Tek bir sinek bile,insanoğlunun ürettiği tüm teknolojik araçlardan çok daha üstündür.Dahası sinek "canlı"dır. Uçaklar ya da helikopterler bir zaman kullanılır, sonra çürümeye bırakılır. Sinek ise kendisinin benzerlerini üretir. >Sinek en kaygan zeminlerde bile rahatlıkla dolaşabilir, evlerin tavanlarında saatlerce asılı durabilir. Ayakları, camlara, duvarlara veya tavanlara konmak için bir dağcıdan daha donanımlıdır. Eğer içeri çekilebilen pençeleri tutunmaya yetmezse, ayağının ucundaki vantuzlar onu zemine iyice yapıştırır. Bu vantuzların tutuş özelliği, salgılanan özel bir sıvı ile arttırılmıştır. >Bir karasineğin uçuşu, son derece kompleks bir iştir. Sinek önce, yön belirlemeye yarayan organlarını büyük bir titizlikle gözden geçirir. Daha sonra, ön tarafındaki denge organlarını ayarlayarak uçuş pozisyonunu alır. Son olarak, duyargalarının ucundaki alıcılar sayesinde, rüzgarın şiddeti ve yönüne göre kalkış açısını saptar. Ve nihayet havalanır. Ama tüm bunlar saniyenin yüzde biri kadar bir zaman sürmüştür. Uçuşa geçer geçmez kısa bir sürede hızlanabilir ve giderek saatte 10 kilometre gibi bir hıza ulaşabilir... >Havada olağanüstü zig zaglar çizerek uçabilir. Onun için rahatlıkla "akrobatik uçuş ustası" tanımı kullanılabilir. >Kuran'da da sineğe dikkat çekilmiştir: <" Ey insanlar, (size) bir örnek verildi şimdi onu dinleyin. Sizin Allah'ın dışında tapmakta olduklarınız -hepsi biraraya gelseler dahi- gerçekten bir sinek dahi yaratamazlar... Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir etmediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, azizdir. " (Hac Suresi, 73-74)> 

Ehmedé Xani- Ey Dost. . .

Ey dost! Candan iyi adamların dostu ol, Ya da iyice iyi adamların düşmanı ol. Onlar iyidirler ve iyiliği bilirler, Onlar iyilikten başka birşey bilmezler. Sen onlara ne kadar cefa göstersen, Onlar candan vefa gösterecekler. Sakın kötü adamların dostu olma, Köpeklerin ne dostu ol, ne de düşmanı. Onların dostu olsan, seni kirletirler, Düşmanları olsan seni yaralarlar.

Fıkra:Diploma cehalet alır, eşeklik baki kalır...

Boluda bir ilçeye bir kaymakam atanmiş. Kaymakam yanina başçavuşu alip, köylülerle tanişmak üzere köy, köy dolaşmaya başlamiş, bakmişlar ki yolda bir adam kucağinda bir eşek yavrusuyla gidiyor... kaymakam baş çavuşa demiş ki.. "ben bu köylülye biraz sataşayim" başçavuş kaymakami uyarmiş. "aman efendim, bunlar lafta altta kalmazlar. Dikkat edin" "kaymakam bir şey olmaz. Ben yillarca mektep okudum. Kültürlüyüm. Cahil bir köylü mü beni lafta yenecek demiş." arabayi durdurup köylüye yanaşmişlar kaymakam selam verip sormuş ""nereye böyle kucağinda yavrunuzla" köylü bir kaymakama bakmiş, birde başçavuşa "mektebe demiş..mektebe yazdirmaya gidiyorum..."çok okursa kaymakam, az okursa başçavuş olsun diye".
ATATÜRK'E göre dünyanın en büyük adamı KİMDİR?

ATATÜRK'e Göre Dünyanın En büyük insanı
Atatürk bir akşam, Çankaya'da arkadaşlarına sordu

- Dünyanın en büyük insanı kimdir?

- Timur'dur pasa!

- Değil.

- Fatih'tir.

- Değil.

- Yavuz Sultan Selim.

- Değil.

- Alpaslan.

- Değil.

- Napolyon.

- Iskender.

- Değil.

Nafile!.. Ne derlerse Atatürk "değil" diyordu. Dalkavuklardan biri dayanamadı:

- Sizsiniz pasa., dedi.

Atatürk, bu zatı tersledikten sonra, sualinin cevabını kendisi verdi:

- Dünyanın en büyük insanı Hz. Muhammed'dir. Ölümünden bu yana bin üç
yüz sene geçtiği halde, günde beş vakit, Cenab-ı Allahtan sonra adı
söylenen Hz. Muhammed'dir

Nasreddin Hoca’ya sormuşlar

Nasreddin Hoca’ya sormuşlar: “Kimsin?”
“Hiç” demiş Hoca, “hiç kimseyim.”
Dudak büküp önemsemediklerini görünce, sormuş: “Sen kimsin?”
“Mutasarrıf” demiş adam kabara kabara.
“Sonra ne olacaksın?” diye sormuş Nasreddin Hoca.
“Herhalde vali olurum” diye cevaplamış adam...
“Daha sonra?..” diye üstelemiş Hoca.
“Vezir” demiş adam.
“Daha daha sonra ne olacaksın?”
“Bir ihtimal sadrazam olabilirim.”
“Peki ondan sonra?”
Artık makam kalmadığı için adam boynunu büküp son makamını söylemiş: “Hiç.”
“Daha niye kabarıyorsun be adam, ben şimdiden, senin yıllar sonra gelebileceğin makamdayım: ‘hiçlik makamı’ında!”

Hızlı okumak iyi mi?

Hızlı okumak hakkında tahmin edecek olursam herkesin olumlu düşünceleri vardır. Yer yer haklılıklarıda olabilir.  Bazı kitaplar hızlı okununca daha kısa zamanda, anlaya anlaya okunabilir. Örneğin romanları bir oturuşta okuyup bitirebilirsiniz, anlarsınızda. Olaylar vardır sadece, yaşanmıştır ve anlarsınız, düşünecek pek bir şey yoktur. Okur geçersiniz. Ancak bu hızlı okuma olayı her kitapta, her eserde sökmez. Bu kitaplar laf olsun diye yazılmamıştır. Bunları bir oturuşta hazmedemezsiniz. Bir sayfa için oturup yarım saat düşünmeniz gerekebilir hatta bir cümlesini günlerce düşünmeniz gerektiğini söylersem mübâlâ etmiş sayılmam. Bu kitaplar okunması için değil yaşanması için yazılmıştır. Yani birer eserdir bunlar. Bu eserler masa başına oturup ne yazsam diye düşünürken birden ampülün yanması olayı değil hayat boyu süren ilim'in meyveleridir. Bunları yazanlar ne para için ne şan-şöhret için yazmışlardır bu kişilerin tek bir amacı varsa oda "hakk" tır. Bu vesileyle okuyanı fazla değildir.  Okuyanının az olması zaten o kitapların değerini dahada iyi gösterir bence. Doğrular genelde çoğunluğun değil, azınlığın kimin ne düşündüğünü umursamadan yaptıpığı şeylerdedir. Onlar "bu gün 500 sayfalık bir kitap okudum" diyenlere inat, hayatları boyunca 1 cümleyi yaşamak için uğraşır. Bir harf öğretenin kölesi olurlar. Bunlar ne okurlar başta, Kuran okurlar, alemi okurlar, nesneleri okurlar, tecelliyi okurlar. Kul yapısı olarak, Mevlana, Yunus, Hacı Bayramı Veli, Hacı Bektaşı Veli, Ahmet Yesevi, İmam Gazali, Muhiddin Arabi, Şeyh Hacı Galip Hasan Kuşçuoğlu, Atatürk, Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek...

Yazan: M.Gökhan BEKEN(20.10.2010)